Hece, sa.221, ss.65-76, 2015 (Hakemsiz Dergi)
Heidegger, Varlık ve Zaman’da, Daseinanalitik’ten, dünya-içinde-Varlık (in-der-welt-Sein)’ın varolma tarzlarından söz eder. Bu kavram, yaklaşık olarak, bilinç varlığının, diğer her bir varlıktan farklı olarak, kendi potansiyeli, özgürlüğü, ilgi, tasarı, tasa ve korkularıyla yeryüzünde bulunuşunu ifade eder. Dünyada bulunuşun bir özelliği, “birlikte-Varlık” (mit-Sein)’tır. İnsan, diğer bütün varlıklarla birlikte bulunur, onlarla ilişki hâlinde varlığını sürdürür. İnsan, nesnelerle, diğer bilinç ve kişiliklerle etkileşerek, yeryüzünde bir tinsel varlık alanı oluşturur. Bilincin diğer bilinçlerle olan ilişkisi, nesnelerle olan ilişkisinden farklıdır. Bu, kişiliğin kişilikle, varoluşun varoluşla ilişkisidir. İnsan, nesneleri araçsallaştırır; ama Kant’ın da dediği gibi, sahih bir varoluşta, bir özne başka bir özneyi araçsallaştırmaz; onu her zaman ve her durumda bir amaç olarak görür. Sartre, Varlık ve Zaman’dan mülhem yazdığı Varlık ve Hiçlik’te “kötü niyet”ten söz ederken, bu araçsallaştırma, nesneleştirme, şahsiyet olmaktan çıkarma, şeyleştirme girişimine işaret eder. “İnsan insanın cehennemidir” sözü, “insan insanın kurdudur” önermesinin farklı bir düzlemde yeniden ifadesidir.
Mimari söz konusu olduğunda, insanın, bir yandan nesnel dünya, bir yanıyla da diğer bilinçlerle kurduğu ilişki öne çıkar. Mimari, dünyaya bağlanışımızı, nesnelerle ilişkimizi ifade eder; ama aynı zamanda diğer bilinç ve kişiliklerle kurduğumuz ilişkiyi de ifade eder. Bu bağlanma biçiminde, çevreye, insana ve varlığa verdiğimiz anlam cisimleşir, görünüşe çıkar. Kimi mimari sitiller vardır ki, insanın insanı bir amaç olarak gözetmesini değil, aksine insanın insan üzerinde bir egemenlik oluşturma iddiasını ifade eder. Yine bazı mimari sitiller vardır ki, insanın doğayı, belirli bir değer çerçevesinde işlemesini değil, onu yağmalamasını, doğasını bozmasını ifade eder. Bunlar, insanın yeryüzündeki uzun yürüyüşü çerçevesinde öne çıkan tutumlardır. Aşağıda göreceğimiz üzere mimarinin gentil aşamasında ortaya çıkan anıtsal eserler, insanın insanı köleleştirmesinin bir ifadesidir. Yine bu dönemde, mimari; itaati, tapınmayı, yüksek saygıyı buyuran bir otorite simgesi olarak ortaya çıkar. Sunaklar, sütunlar, tapınaklar, piramitler, anıtsal yapılar, bir yandan insan bilincinin yeryüzündeki zaferini, öte yandan da bunun ancak bir diğerini köleleştirmek suretiyle başarabileceğini gösterir. Gentil kavimlerin aynı zamanda ileri pagan toplumlar oluşu bunun ifadesidir.
Dilthey, insanın ürettiği büyük varoluş formlarından söz eder. Bilim, felsefe, edebiyat, sanat, mimari; kısaca insanın ürettiği her şey bu formlar içinde yer alır. Bunlardan ikisi mimari ve edebiyattır. Bu makalede, edebiyat ve mimari ilişkisi, insanın evren, insanın doğa, insanın insan, insanın kendisi ve nihayet Tanrı ile kurduğu ilişkinin bir ürünü olarak ele alınacak; bu ilişkiler temelinde ortaya çıkan ihtiyaçların, çeşitli mimari uygulamaları oluşturduğu üzerinde durulacak; buradan hareketle farklı mimari dönemler ve bu dönemlere karşılık gelen literatürden söz edilecektir. Konu aslında insanın yeryüzünde ilk varoluşu kadar eskidir. Adem’in, büyük düşüşten sonra, Safa ve Merve arasında, pişmanlık ve acı, korku ve endişe içinde yaptığı koşu ve arayış, yeryüzündeki insan varoluşunun ilk ayak seslerini de yansıtır. Söz ve mimari, o günden beri iki büyük form olarak insan dünyasında hep yer almıştır; tabii ki, “nesnelerin adlarının bilgisi” üzerinde…