Bizim Külliye, sa.73, ss.8-15, 2017 (Hakemsiz Dergi)
İnsan hafıza sahibi bir varlıktır. Gelişim psikologlarının da ortaya koyduğu gibi yaklaşık sekiz aylıkken nesnelerin imajlarını hafızasında tutmaya başlayan bebek, dilsel gelişimin kökenini de oluşturan “nesnelerin sürekliliği” konusunda bir başlangıç elde etmiş olur. Bu şekilde hafıza ve dille birlikte dış gerçekliğin yanında bir de “zihinsel/kültürel varlık alanı” oluşmaya başlar. İnsan yalnız gerçeklik içinde yaşamaz, çoğu kez farkında bile olmayarak dil ve imge temelinde başka varlık alanı, zihinsel bir varlık da inşa eder. Bir dışımdaki, bir de bu dünyanın bendeki yansıması olarak içimdeki dünya vardır. Dış dünya, varlığını benim onu algılamama borçlu değildir; bununla birlikte onu adlandırdığımda, sanat ve edebiyat gibi çeşitli yollarla ona bir anlam kattığımda, kendime özgü bir dünya da oluştururum. İnsan gerçekliği sadece görmek, içinde yaşamak ve kendisine dokunmakla kalmaz, onu kendine de taşır; duyguları, inançları ve bilgileri dâhilinde anlamlandırır ve kendisine de dönüştürür. Sözgelimi, fiziksel bir nesne olarak gül, insanın anlam ve değerler dünyasında farklı içerimler kazanarak duygusal, giderek estetik, inançsal ve ekonomik anlamlar da elde etmeye başlar. Bütün bunlar, düş ve edebiyat, düş ve sanat bağlamında konuşulabilecek konulardır. Edebiyat ve sanatın kendini konumlandırdığı en önemli alanlardan biri, zihin ve gerçeklik bağının farklı şekillerde kurulduğu düş(ler) alanıdır. Sanatla kendime ait, kendi ürünüm olan bir varlık alanı tesis ederim. Bu oluşumda ortak dil, özneler arası anlam öne çıkar. Bunda kültüre ait değerlerin, motiflerin katkısı büyüktür, ancak imge yaratımı, özneldir; zira düş her ne kadar başkalarını kuşatsa da, sonuçta tek kişi tarafından görülür. Dil, nesnelerin bir fotoğrafı da olsa (Wittgenstein, 1963: 14-15), insan dille ve dil üzerinden yeni bir varlık alanı da oluşturur. Düş ve edebiyatı tartışmak, aslında bir yönü ile dil ve gerçeklik ilişkisini tartışmaktır. Bu anlamda hayâl, dil ve imge olarak her zaman gerçekliği barındırır; ancak onu aşar da. Düşün, bir hayâl ve rüya edimi olarak anlamı gerçekliğe yaptığı bu katkıda, başka deyişle öznenin gerçeğe kendini eklemesinde ortaya çıkar. Bu anlamda sanat, bilimin, felsefenin aksine, insanın gerçekliğe en çok kendi öznelliğini kattığı, bu konuda kendisini oldukça özgür hissettiği bir alandır. Sanatın ve edebiyatın anlamı ve varlık gerekçesi, öznel deneyime imkân tanıması, bu imkânı bir oyuna ve yaratıcılığa dönüştürebilmesindedir. Bu durumda yazar/sanatçı olarak dünyayı sözcüklerde yeniden kurarım; onu farklı bir düzlemde yeniden üretirim. Bu dünya benim dünyamdır; benim gördüğüm ve görmek istediğim dünyadır; beni ilgilendiren bir dünyadır. Bu özgür oyunda sadece gerçekliğin fotoğrafını çekmem; kendi gerçekliğimin, görmek istediğim gerçekliğin resmini de yaparım. Zira seslere, biçimlere, renklere, konuşmalara, davranmışlara, tabiattaki oluşumlara kendi duygularımı, hayâllerimi, fikirlerimi, sezgilerimi de katarım; böylece gerçekliğin bendeki yansımalarını kendime dönüştürürüm. Artık düş, gerçekliğin bendeki yansımaları, kırılmaları, farklılaşmaları, biçimlenmeleri, öznel algı ve yorumlarıdır.