Hece, sa.150, ss.22-36, 2009 (Hakemsiz Dergi)
Gadamer,
tarihin “karanlık bir kitap gibi” olduğunu söyler. Geriye
doğru gidildiğinde bu karanlık iyice yoğunlaşır, giderek göz gözü görmez olur. Belki
de bundan olacak, insan tarihe kendi zamandan, kendi zamanın koşulları içinden
bakmaya eğilim duyar. Bu durum bir noktaya kadar normaldir de. Zira herkes,
kendi ufku, kendi kültür dairesi içinde ulunur; oradan bakar, oradan görür.
Antik kentler için de aynı durum geçerlidir; onlar da karanlık bir kitap
gibidir. Geçmiş zamanın bir daha gün yüzü görmeyecek sayfalarına gömülmüş hadiseleri,
yaşantıları nasıl bilebiliriz, ne kadar bilebiliriz? Arkeologların yorumları
oradaki yaşantıyı ne kadar verebilir bize? Tek boyutlu, yalın bir görüntü
değildir antik kent; içinde binlerce yılın değişimlerini, anlam katmanlarını
taşır. Farklı uygarlıkları, farklı yaşayış ve düşünüş biçimlerini, farklı
zamanları ve farklı koşulları içinde barındırır. Bir antik kent, binlerce
yıllık birikimiyle tarih kitabının kapanmış sayfaları arasındadır. O sayfalara bin
yıllar içinde nelerin yazıldığını tam olarak hiçbir zaman bilemeyiz.
Antik kent
kavramının kapsamı oldukça geniştir. İnsanların yaşadığı, hele hele kültür ve
uygarlık ürettiği her coğrafyada çok sayıda antik kent vardır. Sözgelimi
Anadolu’da yüzlerce antik kente rastlamak mümkündür. Yakın ve uzak çevremize
baktığımızda Asurilerden, Hititlerden, Urartulardan, Greklerden, Roma ve
Bizans’tan kalma onlarca antik kente rastlayabiliriz. Antik kentlerden bir
kısmı hayatiyetini kaybetmiş, bazılarında ise hala yaşam sürmektedir. Sözgelimi
Teb, Ninova, Babil, Efes, Milet, Atina, Roma, Samiriye, Yeruşalim, Sidon, İskenderiye,
Hattuşaş, Tuşba gibi şehirler, neredeyse antik birikimleriyle gündelik yaşamın
canlılığını bir arada sergilerler.
Tıpkı insanlar
gibi şehirlerin de bir yazgısı, bir ömrü, doğumu ve ölümü vardır. Ağır
devinimleriyle zamanın karanlık katmanları arasından aşıp gelen antik kentler farklı
dönemlerin, farklı kültür ve uygarlıkların, farklı inanış ve yaşayış
biçimlerinin tanıklığını yaparlar. Bu nedenle, her kavmin, her uygarlığın kendi
öyküsünü yazdığı bir kitap, kendi resmini yaptığı bir tablo gibidir. Onların
sayfaları arasında kavimlerin acı ve tatlı anıları da gömülüdür ve bunlardan pek
azı tarihin açık sayfalarından okunabilir.
Tarih içinde
başlıca üç şehir tipinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz: (1) Tek tanrılı
dinlerin etkin olduğu şehirler, (2) çok tanrılı dinlerin (paganist inanışların)
etkin olduğu şehirler, ve (3) sanayi şehirleri. Bu üç temel motif, şehirlerin oluşum
ve biçimlenişinde etkili olmuştur. Sanayi kentlerinin 1800’lü yıllarda ortaya
çıkmaya başladığı göz önüne alınırsa, antik kentlerin başlıca tek tanrılı ve
çok tanrılı inanışlar çerçevesinde biçimlendiği söylenebilir. Ancak şunu da
söylemek gerekir: Antik kentler binlerce yıllık evrimleri içinde bu inanışlar
arasında gidip gelmişlerdir. Sözgelimi Teb, Memfis, Atina, Roma, Babil, Ninova,
İskenderiye, Konstantinapolis gibi antik kentler; paganist inanışlardan tek tanrılı
inanışlara, Yahudilikten Hıristiyanlığa, Hıristiyanlıktan İslamiyete pek çok
inanışın yaşandığı mekânlar olmuşlardır. Bu nedenle onlardan hiçbiri salt bir
inancın izini taşımazlar, aksine bütün inanışların izlerini taşırlar. Antik
kentleri oluşturan ve biçimlendiren motiflerin izlerini, aynı şehirde, aynı antik
kesitte, bir arada görmek mümkündür.
[1] Hans-Georg Gadamer, Truth and Method, tr. William Gelen – Doepel, Great Britain for
Sheed & Ward. Ltd., London, 1981, s. 156.