Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, 2021
Filozofların sıklıkla üzerinde durduğu
gibi insan bilmek ve öğrenmek isteyen bir varlıktır; zira onun doğasında varlığa
karşı bir ilgi ve merak, hayret ve hayranlık söz konusudur. Bu da beraberinde
sormayı sorgulamayı getirmiştir. İnsan ne zaman ve nerede olursa olsun evreni,
kendisini ve mevcudiyeti merak etmiş, bu konuda soruları olmuştur. Sorularını
cevaplayabildiği sürece dünyayı güvenli bir yer olarak görünmüş, kendisini kendi
evinde hissetmiş; bilemediği, açıklayamadığı durumlarda ise içindeki tehdit
altında olduğu duygusu güçlenmiştir. İnsan zaman içinde sorularını bazen
mitoloji, bazen din, bazen felsefe, en nihayetinde de bilimsel bakış açısıyla cevaplamış,
cevaplamaya çalışmıştır. Dönemden döneme açıklama tarzları değişmiştir. Sözgelimi
eski dönemlere baktığımızda varlığın mitoslarla, kozmogonilerle açıklandığını
görebiliriz. M.Ö. 600’lü yıllarla birlikte varlığın rasyonel açıklanma biçimi olarak
felsefe (Batı felsefesi) ortaya acıkmış, Ortaçağda dini nitelikli açıklama
tarzları baskın şekilde kendini göstermiştir. Modern çağla birlikte insanoğlu
evrendeki işleyişi bilimsel olarak açıklayabilme yeterliğine ulaşmıştır.
Din ve bilim faaliyeti arasındaki
ilişki çok eskilere gider. Aristoteles, Metafizik’te,
bilimin Mısır’da ortaya çıktığını, zira oradaki rahiplerin boş zamanının çok
olduğunu söylerken bir şekilde bu ilişkinin tarihine de işaret etmiştir. Bu ilişki
Ortaçağ boyunca da böyle olmuş, bilgi ve bilim denilince öncelikle din adamları
ve onların yürüttüğü faaliyetler akla gelmiş; kütüphaneler ve kitaplar
genellikle manastır ve medrese gibi dini nitelikli kurumlarda bulunmuştur. Bu
şekilde bilgi ve (b)ilim denildiğinde, öncelikle dini bilgiler anlaşılmış, bu
bilgi alanı Hıristiyanlıkta “dogmatik”, İslam dünyasında “naklî ilimler” olarak
adlandırılmıştır. İlmin, dini bilgilerle özdeşleştirilmesi, bilgi alanlarıyla din
adamlarının ilgilenmesi, din ile bilim arasında sıkı bir bağ oluşturmuştur. Bunun
yanında varlığa yönelik sorular sormaları ve cevaplar aramaları, onları aynı
faaliyet alanı içinde bir araya getirmiş, her ikisinin de varlığa, evrene,
hayata, insana ilişkin entelektüel ilgileri olmuştur. Sordukları sorular, sorma
ve araştırma yöntemleri her ne kadar farklı da olsa sonunda varlığı, evreni ve
insanı anlamaya çalışmışlar, bu da onlar arasında doğal bir ilişki oluşturmuştur.
Öte yandan dinin, kendi sınırları dışına çıkarak yanlış bir yorumla kendi
özünden uzaklaşması, giderek her şeyin üstünde katı bir baskı ve denetleme
aygıtına dönüşmesi; sanatın, bilimin, felsefenin ve tüm entelektüel faaliyetlerin
bu denetim mekanizmasından pay alması da onlar arasındaki ilişki biçimlerinden bir
başkasını oluşturmuştur.