Temrin, sa.15, ss.6-10, 2009 (Hakemsiz Dergi)
Sözlü
gelenekte, okuyarak yazarak bulunduğu konuma gelen, olduğu kimseyi olan bir
tipten, bir karakterden söz edemeyiz. Keloğlan’ın “keloğlanlığı”, Hacivat’ın “hacivatlığı”,
Karagözün “karagözlüğü”, Temel’in “temelliği”, hatta Yunus’un “yunusluğu”, Aşık
Veysel’in “veyselliği” okuyarak yazarak edinilmiş sıfatlar değildir. Aynı
şekilde Nasreddin Hoca’nın “hocalığı” da onun doğasında vardır. Yaşadığı
koşullar, ondaki bu yeteneğin ortaya çıkmasını ve gelişmesini sağlamıştır. Dolayısıyla
“hocalık”, Nasreddin Hoca’nın belirli bir yaştan sonra edindiği bir sıfat, okuyarak
öğrenerek elde ettiği bir meziyet değildir. Aksine ömrünün her döneminde
“Hoca”dır o; çocukken olduğu kadar gençlik döneminde de, gençken olduğu kadar
ihtiyarlığında da. Bu durumu, onun farklı dönemlerinde geçen fıkralardan
anlayabiliriz. Sözgelimi, babasıyla değirmene gitmesi çocukluğunu, evlenmesi
gençliğini, çocuğu ile şehre gitmesi olgunluk dönemini, rüyayı iyi görmek için
gözlük kullanması yaşlılık dönemini anlatır. Farklı dönem, farklı ruh halleri
ve yaşantılara karşın, her zaman Nasreddin Hoca’dır o. Hatta “Hoca” olan sadece
kendisi değildir; onun varoluş çevresinde buluna kişiler de doğrudan ya da
dolaylı olarak onun hocalığına destek verirler, hatta kendileri de bir miktar “Hoca”dırlar,
“hocalık” özünden pay alırlar.
Fıkralar, mizah
sanatının temel unsurlarıdır. Eğitici, düşündürücü özelliği her ne kadar ön
planda olmasa da, aslında her fıkrada fark ettirmeden terbiye eden, hissettirmeden
ders veren, ama belirgin bir şekilde olgunlaştıran düşünsel bir öz de vardır.
Kişi fıkraya gülerken, aslında yapılmaması gereken bir işe, söylenmemesi
gereken bir söze, düşülmemesi gereken bir duruma güler. Fıkra düşüncenin sert,
buyurgan, ya da düz bir ifade ile değil, kırıcı olmaktan uzak, incelikli bir tutumla
verilmesini sağlar. Burada nükte ile düşünce bağdaşmış haldedir. Hangisinin
daha önce geldiğini, fıkranın hangisine daha çok hizmet ettiğini kestirmek güçtür.
Dolayısıyla, fıkralar düşünceyi, “ders”i, doğrudan değil dolaylı şekilde, açık
bir tarzda değil belirli “misal”ler üzerinden verirler. Düşünce, nüktenin
içinde örtük halde bulunur, her zaman yeniden ve açıkça ifade edilmeye ihtiyaç
duyar. Onu kendi açısından görmek, kendi koşulları içinde anlamak dinleyiciye
kalmıştır. Kişi aslında gülerken bir “düşünce”ye, bir “ders”e, bir “hisse”ye (hem
de kendi hissesine) güldüğünün farkındadır. Gülme başladığında ders de
başlamıştır. Bu nedenle onun gülmesi, tam bir gülme değildir aslında, bir
“anlama”, bir “düşünme” biçimidir de. Bu durum, düşünceyi kendisi anladığı,
kendi diliyle ifade ettiği, kendi dersini kendisisi çıkardığı için daha
birincil bir deneyimdir kişi için; doğrudan onun kendisine aittir. Bu
özellikler, fıkraların, diğer pek çok boyutunun yanında “tefekkür geleneği”
açısından da incelenebilir olduğunu gösterir.