Bizim Külliye, sa.46, ss.15-19, 2010 (Hakemsiz Dergi)
Sanatta ve özellikle edebiyatta dile gelen, bir „insanlık durumu‟dur. Bu insanlık durumu, pek çok insanın kendinden pay alabileceği, kendine katılabileceği bir durumdur. O, her ne kadar belirli tiplerde, belirli kişilerde varlık kazansa da, aynı şekilde diğer insanları da kapsar. Bir sanat eseri karşısında takındığımız acıma, öfkelenme gibi duygusal tutumlar, insanlık durumunun bir birey olarak bizi de ilgilendirdiğini gösterir. Herkes, bu insanlık durumunun imkânı içinde yaşar. Sanat, her adımda, kendini bu insanlık alanı içinde bulur. Bu sınırın dışına çıktığında veya çıkmak istediğinde, kendini kaybeder. Şu halde sanat, insanlık durumu ile birlikte olan ve ondan ayrı düşünülemeyen bir etkinliktir.
Sanat, varoluş alanından kesitler sunar, varoluşun hallerini anlatır. Onun içeriğini insanın yeryüzündeki somut varoluş deneyimleri oluşturur. Bu durum sanatın varoluşu anlamanın aracı olduğu yönündeki sav açısından da önemlidir. O, insana yine insanın penceresinden seslenir. Bu seslenişte söz konusu olan doğru ve yanlış değerleri değil, seslenişteki güzellik, incelik ve etkileyiciliktir. Sanat bize, doğrulanabilirliği ya da yanlışlanabilirliği olan hükümler sunmaz, verdiği şey bu değildir. Sanat eseri, varoluşa tutulmuş bir ayna gibidir. Bu varoluş işçiliğinde, sanat, bilimsel ve felsefi değerlerden daha çok ahlaksal alanla iç içedir. Bu durum sanata ahlak açısından bakmaya, bilim ve felsefeden daha çok gerekçe sağlar: varoluşun doğruluğundan ya da yanlışlığından söz edilemez, ancak iyiliğinden ve kötülüğünden söz edilebilir. Zira sanatın alanı insani alan, moral değerler alanıdır.