Bizim Külliye, sa.48, ss.11-14, 2011 (Hakemsiz Dergi)
Siyaset,
kuramsal kökleri ve temelleri olan pratik bir edimdir; pratik bir edim olduğu
gibi kendisinin dışındaki tüm pratik edimleri, yapıp etmeleri de etkileyen
“temel aygıt” konumundadır. Onun alanı, insanî-tarihsel varoluş alanıdır. Bu
pratik alan, edebiyatın başlıca besin alanıdır. Zira o, soyut bir çalışma
değil, her zaman varoluşun sıcak ocağında pişen, oradan türeyen bir çalışmadır.
Soyut ve kavramsal değil, tüm varlığını somut varoluş durumlarına olan
bağlılığında bulan bir sanattır. Bununla birlikte her edebiyat eseri yine de
zayıf ya da güçlü bir düşünce dokusunu kendi özünde gizler. Ne kadar ustaca
gizlerse o kadar canlı bir görünüm kazanır. Yaşanmışlık, bir yönüyle tarihe,
bir yönüyle edebiyata hayat verir. Bu tarihsel yapı, bilimsel bir görünüm
ortaya koymadan önce sanatsal bir tarz ortaya koyar. Tarihin asırlarca, bilime
değil, edebiyata ait bir tür olarak algılanmasının temelinde de, bir yaşanmışlığı
anlatıyor oluşu rol oynar. Zira onda insan kendine özgü, diğerlerinden farklı,
bir kerelik, ama sadece bir kerelik öyküsünü anlatır. Belki bu tekil özelliğinden dolayı tarih asırlar
boyu bilimsel bir bilme faaliyeti olarak değil, bir edebiyat türü olarak görülmüş;
gerçeklik boyutu ile değil, eğitici ve eğlendirici boyutu ile yarı fantezi bir
şekilde ortaya çıkmıştır.
Düşünce
tarihinde, edebiyatla siyaset arasındaki ilişki Platon’a kadar geri
götürülebilir; hatta “güzel”, “etkili” ve “ikna edici” konuşmayı meslekleri
olarak gören, bu mesleği öğrenmek isteyen gençlere aile ve ülke yönetiminde
başarı vaadinde bulunan sofistlere kadar. Ama her konuşmanın “bir şey üzerine
konuşma” olduğunu söyleyen Sokrates, sofistlerin hangi konu üzerinde
konuştuklarını sorduğunda, onları bir içtenlik sınavından da geçirir;
inandırıcılıklarını ve güvenirliklerini sorgulanır hale getirir. Güzel konuşma,
belirli bir konu üzerinde konuşma olmayacaksa, ne üzerine olacaktır? Boş ve
içeriksiz bir konuşma mı olacaktır? Sofistlerin bu yaklaşımları ile bir yandan
edebiyata, bir yandan siyasete karşı beslenen olumsuz yargılar arasında bir
paralellik kurulabilir. Edebiyat yapmayı “boş söz söyleme sanatı” olarak
görenlerin tutumuyla retorik sanatını “içeriksiz konuşma sanatı” olarak ortaya
koyanların tutumu örtüşür. Sofistlerden “bir şey üzerine” konuşmalarını
bekleyen Sokrates, söze, hitabete bir içerik-değeri yüklerken haklıdır: sözün
değeri bir şey söyleme gücüyle orantılıdır. Sofistlerin “etkili” ve “ikna
edici” konuşma sanatları, siyaset alanında da kendine verimli bir yer
bulmuştur. Büyük kitleleri etkilemek için, belirli bir şey üzerine ciddi ve
gerçekçi bir şekilde konuşmaya gerek yoktur; önemli olan etkileyici ve
sürükleyici bir şekilde konuşabilmektir. Siyaset alanı söz konusu olduğunda, bu
“kandırıcı retorik” geçmişte olduğu gibi günümüzde de kendisine taraftar
bulabilmektedir.