Bizim Külliye, sa.60, ss.19-24, 2014 (Hakemsiz Dergi)
Tarih,
insan tarafından üretilmiş bir zamandır. İnsan tarihte, tarih de insanda yaşar.
Tarihi bilinç üretir, yine bir bilinçte yaşar ve yine bir bilince ulaşmak için
vardır. Doğadaki sessiz akışı tarihe çeviren, insan bilincidir. Akışın tarih
olabilmesi için bilincin elinden ve tanıklığından da geçmesi gerekir. Değerleri
ortaya koyan, onu iyi kötü, doğru, yanlış gibi nitelemeleri ile ortaya koyan da
insandır. Bu nedenle insan, tarihle ve kültürle kuşatılmış durumdadır. Tarih
ancak bu özgür, bilinçli ve değeri olan varlık için ve ancak ondan dolayı ve
yine ona yönelik vardır. İnsanın
olmadığı yerde tarihten, tarihin tanıklığından da söz edilemez. İşte bu açıdan
bakıldığında tarih, bilincin yaşadığı zamandır. İnsanın bir tarihi olması, onu
diğer varlıklardan farklılaştırır. İnsan zamanı yaşayıp geçmez, zaman içinde
kendini de biriktirir. Onun için geçmişten doğru sürekli bir akış vardır; bir
yandan bu süreklilik içinde yaşar, bir yandan bu sürekliliği kurar. Her bir
birey, güçlü ya da zayıf, bu akışın içinde yer alır, bu akışın bir parçasıdır;
bu akıştan katkı alır ve ona katkı sunar. Bilim olarak tarihe ilgi
duymayabiliriz, ancak bir varoluş alanı olarak tarihin içinde yaşarız; onu
inkar etsek de ondan kurtulamayız. Varoluşumuz, nerde olursa olsun, tarihin
ürünüdür. Tarih neredeyse benim kim olduğuma, nasıl birisi olacağıma cevap
verir, özgürlüğümü ve tercihlerimi belirler. Sorularıma tarih içinde bir cevap
bulabilirim. Tarih, hava gibi kuşatır beni. Ondan habersiz olsam da, ayrı
değilimdir hiçbir zaman.
Tarih
ve edebiyat, her ikisi de bir “yaşantı” ve “yaşanmışlık” üzerinde birleşir. Hem
tarih, hem de edebiyat, insanın yeryüzündeki varoluşunun ifade aracıdır. Tarih
de edebiyat da öykü anlatmayı seven türlerdir. Biri olmuş, diğeri olması muhtemel
öyküleri anlatır. Ayrım noktası, öykünün gerçekliğinde gizlidir. Olmuş da olsa,
olması muhtemel de, fark etmez: her ikisinde de insanın varoluşu aydınlanır,
insan nedir, ne yapar ve nasıl yaşar sorusunun cevabı ortaya çıkar. Tarihin bir
bilgi değer vardır, ama edebiyatın da bir bilgi değeri vardır. Tekil olayları,
tek bir defada olup bitmiş, bir daha asla tekrarlanmayacak olayları ele alır
her ikisi de. Zaman içinde tekrarlarla sürüp giden ise insanlığın varoluş
durumlarıdır. Benzer gibi görünse de asla birbirinin aynısı değildir hiçbir
zaman. Tek tek hadiselerden genel ilkelere, kuramlara ulaşılmaya
çalıştıklarında felsefe ve sosyoloji haline gelmeye de başlarlar. Tarih ve edebiyatı konuşmak, bir bakıma
gerçeklikle edebiyatı konuşmak olacaktır. Zira tarih demek, bir bütün olarak
“yaşanan gerçeklik” demektir. Yalnız, gerçeklik yazarın zihninde nasıl yeniden
kurulur, nasıl yeniden bir form kazanırsa ve bu şekilde “türsel dönüşüm”e
uğrarsa, aynı şekilde yaşanan gerçeklik olan tarih de böyle bir dönüşüme uğrar.
Bu dönüşümden sonra artık kimse onu tarih olarak bilgi ve gerçeklik değerinden
ötürü okumaz, edebiyat eseri olarak, estetik niteliğinden dolayı okur. Bu
noktada onun “gerçeklik değeri” tartışma konusu olur. Onun sanatçısının imgelem
evreninde dönüşüme uğraması kendisini gerçeklik boyutundan ziyade tasarım
boyutuna yaklaştırır. İşte bu noktada başta epistemolojik ve etik olmak üzere
pek çok sorun konuya eşlik eder.
Aşağıda
Lukianos’un, K. Kilburn’ün sekiz ciltlik Lukianos çevirisinin VI. kitabında How to Write History başlığı ile yer
alan, Nurullah Ataç’ın Lukianos’tan
Seçmeler I-II-III adıyla Kültür Bakanlığı Yayınları arasından çıkan
derlemesinde de kısmen çevirisini bulabileceğimiz Tarih Nasıl Yazılmalı başlıklı eserinde tarih ve edebiyat
ilişkisinin nasıl ele alındığı konusu irdelenecektir. Lukianos’un bu çalışması,
tarih ve edebiyat arasındaki ilişki konusunu ilk ele alan ve konuyu
sorunsallaştıran çalışmalardan biri olarak görülebilir. Bu makalede cevap
aranacak soruları şu şekilde ortaya koyabiliriz: Tarih ve edebiyat arasında
nasıl bir ilişki vardır? Lukianos, konuyu nasıl ele almış, nasıl
sorunsallaştırmış, nasıl bir yaklaşım sergilemiştir?