Hece, sa.121, ss.40-51, 2007 (Hakemsiz Dergi)
Nazım’ın sanat yaşamını, ideoloji
öncesi ve ideolojik devre olmak üzere ikiye ayrılabilir. İdeolojik devre de,
Türkiye evresi ve Sovyetler Birliği evresi olmak üzere iki aşamalıdır. Nazım’ın
sanat, şiir, düşünce ve eylem çizgisi, bu evrelere koşut bir gelişim gösterir.
İdeoloji önsesi devre, oldukça erken bir tarih olsa da, 20 Haziran 1913
tarihinde yazdığı “Feryad-ı Vatan” başlıklı şiiriyle başlatılabilir (Ş8:9). Bu devrede, sevgi, aşk, ayrılık,
hasret, ölüm, tarih, kahramanlık gibi konularda ölçülü şiirler yazar. Ülkenin
içinde bulunduğu kaotik duruma değindiği de olur. İdeoloji öncesi dönem, on
dokuz yaşına kadar sürer. Bu dönemde, 1930 yılında yazdığı “19 Yaşım” başlıklı
şiirden anladığımız kadarıyla, fikir ve his dünyasında köklü değişimler olur.
Bu değişimin temelinde ideolojik içerikli yoğun okumaları vardır. Öyle ki, “24
saatte 24 saat Lenin, 24 saat Marks, 24 saat Engels, yüz dirhem kara ekmek” söz
konusudur (Ş1:213). 1921 tarihli
“Meşin Kaplı Kitap” ve 1922 tarihli “Gözlerim” başlıklı şiirleri, yaşadığı
köklü değişimin ilk habercileri gibidir (Ş1:176,
Ş8:159). 1961 yılında yazdığı “Saman
Sarısı” başlıklı şiirde, “On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı’ndan geçiyor, çıkıyor
Kızıl Meydana” der (Ş7:78). Bu
değişim, 1921 yılında, Bolu’daki kısa süreli (birkaç aylık) öğretmenliği
sırasında başlamış, Sovyetler Birliği’ne yaptığı eğitim amaçlı yolculukla yön
kazanmış, Moskova’daki eğitimi süresince gelişip olgunlaşmış, bir daha da
kendisini bırakmamıştır. On dokuz yaş, ömrü boyunca, içinde koruyacağı bir
yazgı, kendi deyişiyle, bir “gençlik çağı” olarak kalmıştır hep. 9 Ocak 1950
tarihinde, Bursa Hapishanesinden, Mehmet Fuat’a yazdığı bir mektupta şunları
söyler: “Saçlarım ağardı, suratım sürülmüş toprağa döndü, karaciğerim sızlar,
siyatiklerim sızlar, yüreğim sancılanır, fakat şiirimde hala on dokuz yaşındaki
Nazım Hikmet’im. Ve mezara indiğim gün dahi on dokuz yaşım cesedimin başında
durup, “Aferin moruk, hep genç kaldın, hiç ihtiyarlamadın” diyebilecek” (M2:106). On dokuz yaşında insanları
sevebilmeyi öğrendiğini düşünür. “Zira ki
ihtiyarlamak:/ kendinden başka hiç kimseyi sevmemek demek”tir (M2:135). Kendisinden başkasına,
başkasından tüm insanlığa doğru sevgi ile açılırken, bu sevgide kesintisiz bir
gençliğe kavuştuğunu da hisseder. Bu arada şiiri, materyalist felsefenin dünya
görüşü ve yaşam algısı ile yeniden içerik kazanır. İçerikteki değişim biçimsel
değişimi de beraberinde getirir. Bundan böyle dile getirebileceği bir dünya
görüşü, bu dünya görüşünden beslenen bir sanat ve şiir anlayışı vardır.
Şiirleri, geleneksel şiirin imkânlarından yararlanmasına karşın, geleneksel
şiirin kalıp ve ölçülerinden kurtulmuş, melankolik ruh halinin yerini ne
söylediğinden emin, niçin söylediğini bilen, ideolojik hayalleri ve projeleri
olan kararlı bir duruş almıştır. Artık, açıkça, “makineleşme istediği"nden
(Ş1:22, Ş2:162), “Bolşoy Teatr” binasının mükemmel bir arpa ambarı
olacağında söz eden (Ş8:164)
“tornadan çıkmış gibi yeni” bir sosyalist şair portresi vardır önümüzde.
Üstelik “İlim kavgadan doğar/ kavga
içindir ilim” diyecek kadar da kavgaya hazırdır (Ş8:178). Kavganın kutsiyetini, daha sonra, 1941 yılının
sonbaharında, Kemal Tahir’e yazacağı bir şiir-mektupta şu şekilde dile
getirecektir: “Ancak kavgada vurulan acı
duymaz/ ve kavga edebilmek hürriyetidir en mühimi hürriyetlerin” (Ş3:192). Kavga, insana duyulan sevgide
temelini bulur. İnsanın sömürülmesi, ezilmesi, zulüm görmesi karşısında
insancıl bir reflekstir adeta: “Daha adil bir dünya”nın ve “daha güzel bir
memleket”in özlemi vardır onda (Ş5:261)....