Başka Psikiyatri Dergisi, sa.4, ss.133-145, 2010 (Hakemsiz Dergi)
Kierkegaard,
içinde yaşadığı çağı tutkusunu yitirmiş bir çağ olarak niteler. Tutkuyu yitirmek,
ilk anda, saflaşmak, arılaşmak, olgunlaşmak, bir ahenge ve ritme kavuşmak
olarak görülebilir; tıpkı ihtiyarlığı, kendisine her gün eziyet eden bir
zalimin elinden kurtulmaya benzeten Kephalus gibi.[1] Ancak
Kierkegaard için durum böyle değildir. Onun gözünde, tutkusunu yitirmiş olmak
olumlu bir anlam taşımaz; aksine hissetme ve varolma, sıçrama ve inanma, böylece
“insan olma” gücünü yitirmeyi ifade eder. Bu durumda, aklın, bilimin ve çıkar
ilişkilerinin dar kalıpları arasında sıkışıp kalan kişi, özgürlük ve sonsuzluk
duygularını yitirecek; sonlu ve sınırlı bir varlık hâline dönüşecektir. Akıl, insan olmada elbette tanımlayıcı bir
unsurdur. Ne var ki, onu, diğer unsurları bastıracak şekilde indirgemeci bir
tavırla öne çıkarmak, insanı anlamada yeterli bir bakış açısı sunmaz. İnsanlığı
geliştirmede, fizik ötesi ile bağlantı kurmada, bu dünyayı değil, aynı zamanda
sonsuzu ve Tanrı’yı hissetmede; kalbin, hislerin, akıl dışının, absürdün,
paradoksun ve bütün bunların temeli olarak tutkunun önemli bir yeri vardır.
Kierkegaard’a göre, insanı salt akılla anlamaya kalkışırsak, bir “baston”la,
“kerpiç”le karşılaşırız.[2]
İnsanın insan hâline gelmesinde,
aklın ve zihinsel kapasitenin yanında tutkunun da belirleyici bir yeri vardır.
Tutkunun en
yaygın biçimi, varolma tutkusudur. Bir içgüdü olarak içimizdedir yaşamak; her
birimizi hayata doğru çeken odur. Dünyaya tutku ile bağlanır, her bir
eylemimizle ölümü değil yaşamı seçeriz. Kierkegaard tutkuyu bir bilinç ve
varoluş durumu olarak ele alır; “içinde yaşadığımız çağ tutkudan yoksun, derin
düşünme çağıdır” derken, kendi yaklaşımları içinde insanı salt bir akıl ve
düşünce organı hâline getiren
Kant ve özellikle de Hegel felsefesine karşı eleştirel bir tutum sergiler. Bu
Tutum Locke, Hume ve Kant felsefesi için Dilthey tarafından söylenen, “Onların
öznelerinin damarlarında gerçek kan değil, aklın özsuyu olarak düşünceler
dolaşıyor”[3] sözü
ile aynı eleştirel karakteri gösterir. Tutkusuzlaştırılmış bir insan, “insan
nedir” sorusuna karşılık olamaz. “İnsan” dediğimiz her bir durumda, diğer
özelliklerinin yanında onun bir tutku varlığı olduğunu da belirtmiş oluruz.
Peki, öyleyse, tutku nedir o zaman, felsefede nasıl algılanmıştır? Kierkegaard
tutku derken neyi anlar? İçinde yaşadığı çağı tutkusunu yitirmiş bir çağ olarak
nitelerken neyi kasteder? Tutkuya, insan varoluşu içinde nasıl bir anlam
yükler? İnsanın insan olmasında tutkunun payı nedir? Bu ve benzeri sorular, bu
makalenin cevaplamaya çalışacağı sorular arasında yer alacaktır.
[1]
Kephalus şöyle der: “İhtiyarlık seni huzursuz eden duyguların elinden kurtarır;
arzular yoğunluğunu yitirince rahatlarsın;
Sophokles bunu bir zalimin elinden kurtulmaya benzetir.” (Bkz. Plato, The Republic, Çev. Desmond Lee, Penguin
Books, London, 1987, s. 5.
[2] Bkz.
Søren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana,
Çev. Nedim Çatlı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000 (The Laughter is on My Side, ed. Roger Poole – Henrik Stangerup,
Princeton University Press, New Jersey, 1989, s. 183.
[3] Wilhelm Dilthey, Einleitung
in die Geisteswissenschaften, I. Band, Verlag und Druck von B. G. Teubner,
Leipzig und Berlin, 1933, s. XVIII.