Yedi İklim, sa.126, ss.67-72, 2000 (Hakemsiz Dergi)
İnsanın yeryüzüne sürülmüşlüğü, yirminci yüzyılın
buhranlı günlerinde, yüzyıllar boyunca süren teolojik yorumlara ek olarak,
yiten değerlerin, eriyen geleneğin, yaşanan korku ve yıkımların kaosunda;
edebiyatta, sanatta ve felsefede yeniden ilgi merkezi haline geldi. Yeryüzünde
bulunuşunun anlam ve değeri sorgulanırken, insanın atılmışlığı, varoluş sorununun
önemli temalarından birini oluşturdu.
Cennet, insanoğlunun yitirdiği ilk güzelliktir. İşlediği
suçtan ötürü Tanrı Katı’ndan yeryüzüne sürülen insanoğlunun yazgısı, Aziz
Aguztunus’un da dediği gibi gerçek bir ayrılıktır ve yeniden Tanrı Katı’na
ulaşıncaya değin yürek tedirgin kalacaktır. Aşk sözkonusu olduğunda ise, güzelliğin
karşı konulmaz gücü, yüreği yerinden oynatarak, zorlu dünya yolunda, bedenin
onca ağırlığına karşın yitik evrene doğru kanatlandırmaya yeter. Ancak,
yitirilen her güzellik, yer yüzünde bile olsa, insanı cennetten biraz daha
uzağa kor. Pek çok şiirin oluşumunda, bu öykünün izini sürmek mümkündür.
Güzelliğin yitirilmesiyle yüreği mekan tutan boşluğun, yaşamın yaşanmaması
konusunda yaptığı ağır etki, hali belirleyerek şiirin oluşumuna olumlu bir
katkı olarak ulaşır.
Sezai Karakoç’un şiirini böyle bir giriş altında
değerlendirmek mümkündür. 1951’de buruk bir seslenişle, ‘Uçurtmamı rüzgar
yırttı dostlarım’ diyerek yüzünü bize dönen şair, Gün Doğmadan’la, davasa bir şiir anıtı dikti. Bu sesleniş, yarım
asırlık şiir yaşamının yazgısını da dışa vurur gibidir: uçurtma gelin duvağından
esen rüzgarla yırtılmış ve şiir başlamıştır. Şiir bize, öykünün başladığını
değil, bittiğini haber verir. Bitmiş, şiirde bir anı olarak değil, daha çok
yaşanan hal olarak ortaya çıkar. Karakoç’un şiiri ‘bitmişin’, ancak ‘gelip
geçmemişin’ şiiridir. Bitmiş, süreği
olan bir şeydir. Dönüp dolaşıp gelinen yer, geçmişin tam da merkezidir. Orada
‘geçmez gençliğin’ sesi vardır ve kendisini anımsama şeklinde bugünün sahiline
vurur; geçmiş bugüne, bugün geçmişe taşınır. Anımsama, giderek bir yaşam
biçimi, bir varoluş haline gelir. Hayal yoktur artık, yalnızca anımsama vardır.
Hayal, yitik cenntle yitip gitmiştir. Anlamlar omuzlanıp meydanlara çıkılmış,
hayaller ise taşların kırılması gibi kırılmıştır. Hafızada vardır ne varsa;
herşey oradadır; orada durmakta ve muhafaza olmaktadır. Anımsama benliği
tümüyle sarar ve şiir ‘zalim anıların azap sesi’ olarak ortaya çıkar. Şair,
anılardan bal devşiren arı gibidir. Bu bir parçacık yaşam, anıtsal nitelikte
şiirlerin doğmasına yetmiştir....