EskiYeni Şehir Kültürü Dergisi, sa.27, ss.90-96, 2011 (Hakemsiz Dergi)
Düşünce
tarihine baktığımızda, sevgi üzerine yazılanlar ve söylenenler, çok eskilere
gider. Empedokles, evrendeki dört unsurun sevgi ile bir araya gelip varlığı,
nefretle ayrışıp yokluğu oluşturduğunu söyler. Platon, Şölen (Symposion)
diyaloğunda aşkın ne olduğunu, insana hangi aşamalarda hangi güzellikleri
kattığını, aşkla hangi içsel sürecin yaşandığını anlatır. Sokrates’in Diotima
ile olan diyaloğu, sevgi hakkında söylenebilecek en ileri düşünceleri içerir.
İbn Sina Risale fil Mahiyat al Aşk’ta
sevginin tüm varlık içindeki var edici gücünden söz eder. İbn
Arabi, İbn Hazm gibi Endülüslü filozoflar da, geniş kapsamı içinde, ontolojik
ve varoluşsal düzeyde aşkı anlamak ve anlatmak isterler. Yunus’ta ve Mevla’na
da baştan sona aşkı terennüm ederler; bir adım daha atarak birey ve Tanrı
ilişkisini de aşkla anlama çabası içine girerler. Aşkla imanı birbirinden
ayırmazlar; bu şekilde imanı aşkla anlaşılır kılmaya çalışırlar. Yunus’ta aşk,
salt düşünce konusu değildir; bir yaşama, inanma ve varolma konusudur. O,
varlığı, hayatı ve insanı aşkla anlayan, aşkla anlamlandıran bir
düşünür-şairimizdir. Aşk, onda bir varolma biçimidir. Belki bu nedenle “ışksuz
insan hayvan olur” der bir şiirinde; bu şekilde insanın aşkla insan olması
gerektiğine işaret eder. Buna göre aşk; eti, kanı ve kemiği insana çeviren bir
simya işlemi gibidir.
[1] Yunus Emre’ye göre de, aşk, varlığın her zerresine
yayılmıştır. Varlık aşkın eseridir. Şöyle der: “Yir gök tolu bu ışk durur” (158).